Yirmi
dört saat içinde silinip ekranlardan yok olan hikâyelere o kadar alıştık ki hikâye
kavramının derinlerdeki manasını neredeyse unuttuk. Örneğin, hikâyeler
aracılığıyla kültürel öğretiler nesilden nesle aktarılırmış. Düşünsenize, ya bu
öğretiler yirmi dört saat içinde silinmiş olsaydı?
Sanıyorum; fark yaratan oluşumların ve kişilerin hikâyeleri, onları daha dikkat çekici ve değerli kılarken amaçlarının daha anlaşılır olmasını da sağlar. Ülkemizdeki eğitim anlayışında fark yaratmayı hedefleyen İki Dil Bir Çocuk oluşumu da yıllarca büyüttüğü ve inci gibi koruduğu hikâyesini sizlerle paylaşmaya hazır. Endişelenmeyin, bu öyle yirmi dört saat içinde akıllardan silinecek bir hikâye değil. Eğer hazırsanız, müsaadenizle sizi bir yirmi yıl kadar geriye götüreceğim.
... 90ların sonu 2000lerin başı...
Bir
bayram sabahı yine tüm sülale dede evinde bir araya gelmişti. Evde bir nüfus
sayımı yapılacak olsa, herhâlde memurların bu evden çıkması ertesi günü
bulurdu. Gençlik yıllarındaki torunlar bayram kıyafetlerini birbirlerine
gösterirken gelinler, beyleri bayram namazından dönmeden kahvaltı sofrasını -aslında
sofralarını demeliyim çünkü bu evde her öğün babalar, gelinler ve çocuklar için
üç farklı sofra hazırlanır- hazır etme telaşında, babaanne de koltuğunda gizli
gizli bayram harçlıklarını sayarken bir CIA ajanı kadar dikkatli çünkü amacı,
göreve yeni başlayan torunlarına harçlık vermeden bu bayramı en az hasarla
kapatmak. Ne de olsa onca torun arasında ufak bir karışıklık onu sarsabilir.
Yetişkinlerin
dünyasında olan bitenler, evdeki çocukların çok da umurunda değildi. Onlar
aylar sonra buluşmanın mutluluğu içinde bir an evvel kahvaltılarını yapmak, ‘kutsal’
bayram ziyaretlerini gerçekleştirir gerçekleştirmez uzun zamandır özlemini
çektikleri arkadaşlarını görmek
istiyorlardı.
Yer
sofrasında kahvaltı yaparken, Gupse sessizce eğilir ve diğerlerinin duymamasına
gayret göstererek sessizce...
‘Kahvaltıdan sonra gideriz, değil mi?’ diye
sorar.
Setenay:
‘Hayır gidemeyiz. Önce Hacet teyzelere, Ali amcalara oradan Remzi dedegile
sonra da Ayten ninegile gitmeliyiz.’
Gupse:
‘Tamam, sonra gideriz ama değil mi?’
Setenay,
Gupse’yi gülümseyerek onayladıktan sonra bir zeytin daha atar ağzına.
Tam
‘haydi kahvaltımız bitti, biz bayramlaşmaya gidelim’ diyerek hızla ayağa
kalkacak olur bir anda ayağına dolanan sofra bezi yüzünden masadaki bardak
devrilir ve çay dökülür. Setenay, bir bu eksikti, kesin bana kızacaklar diye
aklından geçirirken kısa süren korku dolu sessizliği ‘sana bir şey olmadı,
değil mi’ diye onu düşünen şefkatli bir ses bozar.
Oh!
Diye bir iç çektikten sonra, kimsenin kızmamasına değil annesi ve nenefosunun (bu
evde ailenin büyük amcasının eşine öyle seslenilirdi) nasıl da sevecen
olduklarına mutlu olur. Gerçi kendi evlerinde olsalar annesi bir fiske atardı
ama neyse...
Bayram
şekerlerini toplamak için ellerine birer pazar poşeti alırlar ve evden dışarı
koşarak çıkarlar. Kutsal bayram ziyaretleri hızlıca gerçekleştirilir aksi
takdirde eve döndüklerinde sorguya çekileceklerini bilirler. ‘Hacet teyzenize
gittiniz mi? Remzi dedenizi gördünüz mü? Nasılmış?’
Nasıl
olsun? Kulağı zor duyan Remzi dedeyle her bayram garip bir konuşma yaşanır.
Nasılsın Remzi dede diye sorarlar o da onlara ‘bu bayram köy kalabalık değil’
diye yanıt verir. Bir ihtiyacın var mı Remzi dede diye sorarlar o da onlara
‘kaçıncı sınıfa gidiyonuz’ diye sorar. Neyse bayram şekeriyle tatlıya bağlanan bu
ziyaret kısa sürer, Gupse ve Setenay bir sonraki kapıyı açarlar. (Fark ettiniz
mi? Kapıyı çalarlar demedim, açarlar dedim. Çünkü bayram günlerinde her evin
kapısı zaten açıktır.)
Bu
ev onlar için el işçiliği ile yapılmış olması sebebiyle hem çok farklıdır hem
de ilgi çekicidir. Tamamen ahşaptan yapılan bu evin kapıları, merdivenleri
kocamandır. Odaların tavanlarındaki kalın ağaç gövdeleri ‘şuraya bir salıncak
kursak ne eğleniriz’ dedirttirir. Kendini evin içindeki salıncakta sallanırken
hayal eden çocukları ‘Hoş geldiniz bakalım’ diyen tatlı bir ses karşılar. Bu
ses, minik odadaki divana oturmuş, yanındaki 3 raflık ahşap kitaplığından seçtiği
kitabı okumakta olan Ayten nineye aittir. Ayten ninenin, tüm köyde okuma yazma bilen
tek yaşlı olması, çocuklar için henüz bir anlam ifade etmese de onu kitap
okurken görmek hafızalarından asla silinmeyecek bir hikâyeye daha dönüşür.
Köyün her yaşlısıyla sohbet etmek genelde kolay olmasa da
Ayten nine ile zaman hızlı geçer çünkü o, çocukların davranışlarını
eleştirmeden onları anlamaya çalışan biridir. Gupse ve Setenay bu detayın
farkında olmasalar da Ayten nineyi çok severler. Bayram şekerlerini getirmek
için içeri altın saçlı çekingen gülümsemesiyle Sine girer. Uzun bir zaman
görüşmediklerinde hep böyle olurlar. Sanki yeniden tanışıyorlarmış gibi
birbirlerinden çekinirler. İlk cümleyi kurma cesaretini gösteremezler ve zaten
genelde ilk cümle çok saçma olur. Sine’nin ikram ettiği bayram şekerlerinden
birini özenle seçen Gupse, Sine’ye döner: ‘Sen de alsana, acıkırsın.’ der.
Odadaki herkes kahkahalara boğulur. İşte böylece saçma ama cesur ilk cümle
söylenmiş olur.
Kızların sabırsızlıkları her hallerinden o kadar bellidir
ki Ayten nine ‘E haydi artık çıkın gezin, sizin gidecek görecek yerleriniz
vardır.’ deyince üçü de oturdukları yerlerden zıp zıp gibi fırlayıp ayakkabıları
giyerler. El ele verip zıplaya zıplaya bahçeden çıkarken gözden kaybolmuş
olmalarına rağmen kıkırdamaları hala duyulur.
Aylardır hasret kaldıkları “Oraya” artık varmak
üzeredirler. Arkadaşlarını uzaktan görünce soluklanmak için biraz mola
verirler. Uzaktan ne kadar da ihtişamlı görünüyor diye düşünürler. Bir soluk
daha alıp koşmaya devam ederler. Ve oraya ulaştıklarında, üçü de arkadaşlarına
sımsıkı sarılır. Rüzgârın etkisiyle hareketlenen yaprak ve dalları da sanki
kızlara hoş geldiniz der gibidir. Artık herkes daha mutludur. Hemen biricik dut
ağaçlarına tırmanırlar. Sine yaşça küçük olduğu için biraz zorlansa da Gupse ve
Setenay ona yardım ederler, hoş Gupse de ağaca tırmanabilmeyi daha yeni başarabilmiştir
ama olsun öğrenmiştir işte önemli olan bu değil mi? Üçü de ağaçta sevdikleri köşelere geçerler ve
başlarlar olan biteni birbirlerine anlatmaya. Dut ağacı dikkatli bir
dinleyicidir onlar için. Gerçek bir dost gibi, her sırlarını dinler ama kimseye
anlatmaz.
Setenay bir anda haydi gözlerimizi kapatıp, hayal kuralım
der. Önce komik gelir bu düşünce. Zaten Setenay da teklifte bulunurken bile bir
tereddüt yaşar ama o kadar ister ki hayal kurmayı bunu yapabilmesi için
sessizliğe ihtiyacı vardır. Kızlar gözlerini kapatır ve dut ağacının yanından
akan suyun ve kuşların sesi eşliğinde hayal kurmaya başlarlar…
Nasıl gidiyor? Okuması keyifli mi? Hikâyenin devamını merak ediyor musunuz?
Her
şey bu ağaçta kurulan ilk hayallerle başladı. Önce dut ağacımız için şarkılar
besteleyip, onu daha bakımlı tutmak için projeler geliştirdik. Sonra yaşımız
büyüse de biz yine dut ağacında hayal kurmaya devam ettik. Biz büyüdükçe çözüm
bulmamız gereken problemler de değişti, büyüdü. Meslek hayatına başladığımızda maalesef
artık dut ağacı yoktu. Bizi çok yaralayan bir kayıp olsa da biz hayal kurmaya
hep devam ettik. Hayallerimizi ulaşılamaz bulanlara ‘uçmazsan konamazsın’ dedik
ve bu yüzden de İki Dil Bir Çocuk sembolü bir arı kuşu oldu.
Bizi
buraya getiren hayallerimiz hikâyemizin devamını oluşturacak. Bize eşlik eden
her çocuk, hikâyemizin başkahramanı; onların da hayalleri yolumuz olacak. İşte
sevgili veli, yirmi dört saat içinde tükenen hikâyelere, çocukları dört duvar
arasında standart kalıplara sığdırmaya çalışan sisteme inat İki Dil Bir Çocuk
kanat çırpmaya devam edecek.
Siz
de bu hikâyenin kahramanı olmak istemez miydiniz?